Bakenga
Emekli Üretken Üye
- Katılım
- 30 Kas 2020
- Mesajlar
- 129
- Tepki puanı
- 434
- Puanları
- 108
- Yaş
- 28
UYARI: Farkındalığı olmayan(entelektüel bir farkındalık) veya hemen hemen hiç depresyon, sosyal fobi, antisosyal kişilik bozukluğu, anksiyete, nevrotik bozukluk, duygu-durum bozukluğu ve benzeri hiçbir rahatsızlık geçmişi olmayan, extrovert(dışadönük) karakterli kimseler lütfen okumasın! Burada okuduğunuz zaman elinize geçecek herhangi bir şey yok, aksine zararlı çıkabilirsiniz.
Birilerinden Mesihlik bekledim. Kim olursa işte… Bana değer versin, beni dinlesin, beni sevsin, beni bir şekilde kurtarsın. Özellikle bir karşı cins; gözümün içine bakarak, benimle konuşmayı gerçekten isteyerek konuşsun istedim. Mecburiyetten, iş veya aynı ortamı paylaşma sebebiyle değil. Benimle, ben olduğum için vakit geçirmek istesin, istedim. Olmadı. Elimden geleni yapmaya çalıştım. İnsanların gözlerinin içine bakarak onlarla yüksek sesle konuşmaya başladım. Bakımlı olmak için uğraştım, kişisel gelişimimi kenara bırakıp onların boş muhabbetlerine dahi katıldım, hatta kendimi zorlayarak kahkalarla güldüm(iyi bir oyuncuyum). Ve tabii insanlar tarafından mutlaka fark ediliyor, pozitif yönde bir değişim sergilediğini düşünüyorlar ve onlara daha çok benzediğin için seninle biraz daha yakın olmaya başlıyorlar. Ama bu yakınlık bir yere kadar sürüyor, sonra herkes kendi yoluna gidiyor. Kimse sizin ne yaşadığınız, ne hissettiğiniz, neye inandığınız, neye ihtiyaç duyduğunuzla ilgilenmiyor. İnsanların zihninde oluşturduğunuz etiketler çabucak silinmiyor. Sadece o değil sizin çocukluktan getirdiğiniz çevresel etkenlerle şekillenen alışkanlıklarınız, topluma olan bakışınız da kolay kolay değişmiyor. Boş konuşmanın iyi bir şey olmadığını düşünüyorsanız veya size böyle öğretildiyse bir yerden sonra sırf sohbeti devam ettirmek için konuşmak işkence gibi geliyor ya da başkalarının boş muhabbetine katlanamaz oluyorsunuz. Ama inanın insanlar için ne konuştuğunuzun değil, ne kadar çok konuştuğunuzun önemi var. Yeter ki konuşun işte, insanlar arasında vazgeçilmez olursunuz.
Bu benim yetiştirilme tarzıma da, insanlık hakkındaki düşüncelerime de hatta birinci dereceden felsefi konumuma da(psikolojik egoizm ve rasyonel egoizm arası bir yerdeyim) çok ters bir şey olsa bile yaptım ve büyük ihtimalle yapmaya devam edeceğim. Ancak benim hakkımda insanların zihninde yerleşik olan birçok farklı parametre engeli var, burada söylemek istemiyorum, bunları aşmak oldukça zor. Gerekli fiziksel ve zihinsel çabayı harcamak cidden baya yorucu. Karşılığında yalnızlığım bitiyor mu, bitecek mi? Maalesef hayır. Mutlu olacak mıyım? Hayır. İlginçtir ki, asosyalliğin çok dibine vurup deliler gibi siyasi makaleler okuyup-oyun oynadığım 10 yıl önceki zamanlarda saf bir şekilde mutluydum. Hayat yaşanabilirdi ve tek sorun okulun sıkıcılığıydı. Bir an önce eve gidip okumak, müzik dinlemek, oyun oynamak, "chat yapmak"tan oluşan o dünyama kendimi atmak istiyordum(internetin yeni yeni yaygınlaştığı zamanlardı 2008-2011 arası). Şimdi ne yaparsam yapayım o seviyeye hiçbir zaman erişemiyorum. Bu sanırım farkındalık ile alakalı. Evet, artık ben farkındayım. Neyin mi? Yaşadığımın, zamanın çok hızlı aktığının, hayatta çok önemsediğimiz birçok şeyin aslında anlamsız ve bomboş olduğunun ve bir gün öleceğimin. Önceden neydim o halde! Sanırım otomatik pilot gibi bir şey oluyor bu durum ve bu dış dünyada gördüğünüz insanların önemli bir kısmında, yaşa bakmaksızın, mevcut o yüzden bu kadar umursamaz ve mutlular. Ama biraz okuyup eden, biraz araştıran, düşünen, sorgulayan insanlar yavaş yavaş o farkındalık düzeyine erişiyorlar ve saf mutluluktan adım adım uzaklaşıyorlar.
Hayvanlara bazı davranış biçimlerimizle çok benzediğimiz aşikar. Yalnız kalmaktan korkmak ve diğer türdeşlerimize çok önem vermek de bununla alakalı bir durum. Atalarımız yalnız kalmamaya ve ne olursa olsun topluma uyum sağlamaya çalışmışlardır. Sebebi ise gayet basit ve temel bir şey; hayatta kalma içgüdüsü. Çünkü yalnız başınıza avlanmak çok zor, kendinizi vahşi hayvanlara karşı korumak çok zor, alet yapmak çok zor. Kalabalık ve işbölümü sizi bu yüklerden kurtarıyor ve hayatta kalma olasılığınızı müthiş bir şekilde arttırıyor. Bu yüzden yalnız kalmaktan veya toplumdan atılmaktan/dışlanmaktan çok korkuyoruz. Hatta belki de bunun için verdiğimiz psikolojik reaksiyonlar (hüzün, depresyon) bu arkaik içgüdülerimizin bir eseri ki bize “yalnız kalmanın kötü bir şey olduğunun” sinyalini versin. Keşişler ise fiziksel tüm ihtiyaçlarımızı ve tepkilerimizi bir kenara bırakıp dağlarda, ormanlarda; erişebilecekleri en üst zihinsel seviyeye erişmek için yalnız kalmışlardır ve doğalarının gerekliliklerine karşı mücadele etmişlerdir.
Peki yalnız kalma korkunuzu tetikleyen etkenler sadece bunlar mı? Hayır, bir diğer önemli etken; üreme/neslini devam ettirme içgüdüsü. Hayatta kalma içgüdüsüne çok benzeyen ve aralarında birçok bağ bulunan bir içgüdü bu. Üremek istiyoruz ki bununla ilgili organlarımız ve arzularımız var. Ve ihtiyacımız olan şey bir karşı cins. Onun vücuduna karşı beynimiz ve vücudumuz tepkiler veriyor(hormonlar, dopamin). Çünkü en temel içgüdülerimizden birini doyuruyoruz. Ve bu sadece cinsel bir tatmin meselesi değil, onun size gülmesi, gözlerinize bakması veya size hoş birkaç kelime söylemesi; sizin bu yolda ilerlediğinizin, onun size değer verdiğinin, üreme/neslinizi devam ettirme potansiyelinizin gittikçe arttığının bir işareti. Böylece hem hayatta kalma içgüdülerinizi hem de üreme içgüdünüzü tatmin etmiş veya bastırmış oluyorsunuz.
Öyleyse tüm bunlar için değer yargılarımızdan, karakterimizden, alışkanlıklarımızdan, inançlarımızdan ve bizi biz(beni ben) yapan birçok şeyden ödün vermek durumunda kaldığımız ortada. Peki kendimizden vazgeçişimiz, herkes gibi olma çabamız sonuç verir mi, mutlu olur muyuz? Yukarıda da dediğim gibi büyük ihtimalle hayır. Çünkü “bastırdığımız ben” ile “toplumun olmamızı istediği ben” arasında hep bir nevroz var olacaktır. Ya tam tersi? Yani olduğumuz kişi olup, toplumun değer yargılarını umursamasak ve gitgide yalnızlaşsak(neet veya hikikomori gibi)? Bu sefer de, dışlanmışlığın ve kendini soyutlamışlığın verdiği bir vicdan azabı, doğamız gereği(yukarıda sebeplerini saymıştım) bizi hep takip edecek ve yine nevrozlar var olacaktır. Nevrotik bir vaka olmaktan kurtuluş yok mu? Ben henüz keşfedemedim. Üstelik az önce karakter, değer yargıları, inanç vs. derken birtakım insanlar için en önemli şeyden “din”den hiç bahsetmedim bile. Çünkü onun insan doğasıyla yarattığı nevrozlar bambaşka boyutlarda. Umarım ona bir başka yazıda değinirim. Biraz tehlikeli sular olduğu için acele etmek istemiyorum. Bu yazıyı bile neden yazdığımı bilmiyorum. Öyle kafamı biraz kustum hepsi bu.
Ha bir de şunu ekleyeyim; az önce farkındalık demiştim ya, işte ona bir de tüm bunların farkında olmayı ekleyin yani insan doğasının bu olduğunun kurduğumuz ve değer verdiğimiz birçok ilişkinin temellerinde bu kadar basit ve mekanik şeyler yattığının, neredeyse her şeyin ihtiyaç ve tatmin ikilisiyle birlikte anlaşılabildiğinin farkında olmayı; o zaman işler çok daha karmaşıklaşıyor…
Dipnot: Joker, Dorian Gray, Raskolnikov, Travis Bickle, Joseph Merrick ve Martin Eden yazdıklarıma iyi birer örnek olabilir. Ve tabii ki Schopenhauer okunmadan insan doğasıyla ilgili birçok şey eksik kalır.
Birilerinden Mesihlik bekledim. Kim olursa işte… Bana değer versin, beni dinlesin, beni sevsin, beni bir şekilde kurtarsın. Özellikle bir karşı cins; gözümün içine bakarak, benimle konuşmayı gerçekten isteyerek konuşsun istedim. Mecburiyetten, iş veya aynı ortamı paylaşma sebebiyle değil. Benimle, ben olduğum için vakit geçirmek istesin, istedim. Olmadı. Elimden geleni yapmaya çalıştım. İnsanların gözlerinin içine bakarak onlarla yüksek sesle konuşmaya başladım. Bakımlı olmak için uğraştım, kişisel gelişimimi kenara bırakıp onların boş muhabbetlerine dahi katıldım, hatta kendimi zorlayarak kahkalarla güldüm(iyi bir oyuncuyum). Ve tabii insanlar tarafından mutlaka fark ediliyor, pozitif yönde bir değişim sergilediğini düşünüyorlar ve onlara daha çok benzediğin için seninle biraz daha yakın olmaya başlıyorlar. Ama bu yakınlık bir yere kadar sürüyor, sonra herkes kendi yoluna gidiyor. Kimse sizin ne yaşadığınız, ne hissettiğiniz, neye inandığınız, neye ihtiyaç duyduğunuzla ilgilenmiyor. İnsanların zihninde oluşturduğunuz etiketler çabucak silinmiyor. Sadece o değil sizin çocukluktan getirdiğiniz çevresel etkenlerle şekillenen alışkanlıklarınız, topluma olan bakışınız da kolay kolay değişmiyor. Boş konuşmanın iyi bir şey olmadığını düşünüyorsanız veya size böyle öğretildiyse bir yerden sonra sırf sohbeti devam ettirmek için konuşmak işkence gibi geliyor ya da başkalarının boş muhabbetine katlanamaz oluyorsunuz. Ama inanın insanlar için ne konuştuğunuzun değil, ne kadar çok konuştuğunuzun önemi var. Yeter ki konuşun işte, insanlar arasında vazgeçilmez olursunuz.
Bu benim yetiştirilme tarzıma da, insanlık hakkındaki düşüncelerime de hatta birinci dereceden felsefi konumuma da(psikolojik egoizm ve rasyonel egoizm arası bir yerdeyim) çok ters bir şey olsa bile yaptım ve büyük ihtimalle yapmaya devam edeceğim. Ancak benim hakkımda insanların zihninde yerleşik olan birçok farklı parametre engeli var, burada söylemek istemiyorum, bunları aşmak oldukça zor. Gerekli fiziksel ve zihinsel çabayı harcamak cidden baya yorucu. Karşılığında yalnızlığım bitiyor mu, bitecek mi? Maalesef hayır. Mutlu olacak mıyım? Hayır. İlginçtir ki, asosyalliğin çok dibine vurup deliler gibi siyasi makaleler okuyup-oyun oynadığım 10 yıl önceki zamanlarda saf bir şekilde mutluydum. Hayat yaşanabilirdi ve tek sorun okulun sıkıcılığıydı. Bir an önce eve gidip okumak, müzik dinlemek, oyun oynamak, "chat yapmak"tan oluşan o dünyama kendimi atmak istiyordum(internetin yeni yeni yaygınlaştığı zamanlardı 2008-2011 arası). Şimdi ne yaparsam yapayım o seviyeye hiçbir zaman erişemiyorum. Bu sanırım farkındalık ile alakalı. Evet, artık ben farkındayım. Neyin mi? Yaşadığımın, zamanın çok hızlı aktığının, hayatta çok önemsediğimiz birçok şeyin aslında anlamsız ve bomboş olduğunun ve bir gün öleceğimin. Önceden neydim o halde! Sanırım otomatik pilot gibi bir şey oluyor bu durum ve bu dış dünyada gördüğünüz insanların önemli bir kısmında, yaşa bakmaksızın, mevcut o yüzden bu kadar umursamaz ve mutlular. Ama biraz okuyup eden, biraz araştıran, düşünen, sorgulayan insanlar yavaş yavaş o farkındalık düzeyine erişiyorlar ve saf mutluluktan adım adım uzaklaşıyorlar.
“Yemin ederim size baylar, her şeyin tam anlamıyla farkında olmak bir hastalıktır; hem de tümüyle gerçek bir hastalık.” Dostoyevski
Hayvanlara bazı davranış biçimlerimizle çok benzediğimiz aşikar. Yalnız kalmaktan korkmak ve diğer türdeşlerimize çok önem vermek de bununla alakalı bir durum. Atalarımız yalnız kalmamaya ve ne olursa olsun topluma uyum sağlamaya çalışmışlardır. Sebebi ise gayet basit ve temel bir şey; hayatta kalma içgüdüsü. Çünkü yalnız başınıza avlanmak çok zor, kendinizi vahşi hayvanlara karşı korumak çok zor, alet yapmak çok zor. Kalabalık ve işbölümü sizi bu yüklerden kurtarıyor ve hayatta kalma olasılığınızı müthiş bir şekilde arttırıyor. Bu yüzden yalnız kalmaktan veya toplumdan atılmaktan/dışlanmaktan çok korkuyoruz. Hatta belki de bunun için verdiğimiz psikolojik reaksiyonlar (hüzün, depresyon) bu arkaik içgüdülerimizin bir eseri ki bize “yalnız kalmanın kötü bir şey olduğunun” sinyalini versin. Keşişler ise fiziksel tüm ihtiyaçlarımızı ve tepkilerimizi bir kenara bırakıp dağlarda, ormanlarda; erişebilecekleri en üst zihinsel seviyeye erişmek için yalnız kalmışlardır ve doğalarının gerekliliklerine karşı mücadele etmişlerdir.
Peki yalnız kalma korkunuzu tetikleyen etkenler sadece bunlar mı? Hayır, bir diğer önemli etken; üreme/neslini devam ettirme içgüdüsü. Hayatta kalma içgüdüsüne çok benzeyen ve aralarında birçok bağ bulunan bir içgüdü bu. Üremek istiyoruz ki bununla ilgili organlarımız ve arzularımız var. Ve ihtiyacımız olan şey bir karşı cins. Onun vücuduna karşı beynimiz ve vücudumuz tepkiler veriyor(hormonlar, dopamin). Çünkü en temel içgüdülerimizden birini doyuruyoruz. Ve bu sadece cinsel bir tatmin meselesi değil, onun size gülmesi, gözlerinize bakması veya size hoş birkaç kelime söylemesi; sizin bu yolda ilerlediğinizin, onun size değer verdiğinin, üreme/neslinizi devam ettirme potansiyelinizin gittikçe arttığının bir işareti. Böylece hem hayatta kalma içgüdülerinizi hem de üreme içgüdünüzü tatmin etmiş veya bastırmış oluyorsunuz.
Öyleyse tüm bunlar için değer yargılarımızdan, karakterimizden, alışkanlıklarımızdan, inançlarımızdan ve bizi biz(beni ben) yapan birçok şeyden ödün vermek durumunda kaldığımız ortada. Peki kendimizden vazgeçişimiz, herkes gibi olma çabamız sonuç verir mi, mutlu olur muyuz? Yukarıda da dediğim gibi büyük ihtimalle hayır. Çünkü “bastırdığımız ben” ile “toplumun olmamızı istediği ben” arasında hep bir nevroz var olacaktır. Ya tam tersi? Yani olduğumuz kişi olup, toplumun değer yargılarını umursamasak ve gitgide yalnızlaşsak(neet veya hikikomori gibi)? Bu sefer de, dışlanmışlığın ve kendini soyutlamışlığın verdiği bir vicdan azabı, doğamız gereği(yukarıda sebeplerini saymıştım) bizi hep takip edecek ve yine nevrozlar var olacaktır. Nevrotik bir vaka olmaktan kurtuluş yok mu? Ben henüz keşfedemedim. Üstelik az önce karakter, değer yargıları, inanç vs. derken birtakım insanlar için en önemli şeyden “din”den hiç bahsetmedim bile. Çünkü onun insan doğasıyla yarattığı nevrozlar bambaşka boyutlarda. Umarım ona bir başka yazıda değinirim. Biraz tehlikeli sular olduğu için acele etmek istemiyorum. Bu yazıyı bile neden yazdığımı bilmiyorum. Öyle kafamı biraz kustum hepsi bu.
Ha bir de şunu ekleyeyim; az önce farkındalık demiştim ya, işte ona bir de tüm bunların farkında olmayı ekleyin yani insan doğasının bu olduğunun kurduğumuz ve değer verdiğimiz birçok ilişkinin temellerinde bu kadar basit ve mekanik şeyler yattığının, neredeyse her şeyin ihtiyaç ve tatmin ikilisiyle birlikte anlaşılabildiğinin farkında olmayı; o zaman işler çok daha karmaşıklaşıyor…
Dipnot: Joker, Dorian Gray, Raskolnikov, Travis Bickle, Joseph Merrick ve Martin Eden yazdıklarıma iyi birer örnek olabilir. Ve tabii ki Schopenhauer okunmadan insan doğasıyla ilgili birçok şey eksik kalır.